Yazan: Özlem Marangoz Aydın
Sabah erken saatler, neredeyse karanlık. İki araba burun buruna duruyor. Adam arabasından dışarıya çıkmış diğer sürücüye avazı çıktığı kadar bağırıyor. Burası bir okul yolu, tüm araçlarda çocuklar var. Bir tek o bağıran adamın arabasında çocuk yok, çünkü bağırmalarından anlıyoruz ki adam o sokakta oturuyor. Sürücü kadının, “Neden bir tek bana söylüyorsunuz?” dediğini duyuyorum. Çünkü kadının arabasının arkasında bir konvoy var. Ters yöne gidermiş gibi görünen ve tek bağıran o adam.
Sıklıkla karşılaştığımız manzaralar vardır, her gün gördüğümüz insanlar, her gün geçtiğimiz yollar, hatta her gün gördüğümüz için ezberlediğimiz tabelalar, araç plakaları... Her gün yaptığımız için ezberlediğimiz hareketler, görevler; otomatikleşiriz. Gündelik yaşamın içinde kendiliğinden sürüklenip giderken sesler “yolu bilen araba” gibi gelir kulağımıza, genellikle kalbimizle değil, kulağımızla duyarız.
İnsan seslerini dinleyelim bugün, duyup geçmeyelim, gerçekten dinleyip üstüne düşünelim.
Hangi sesleri duyuyoruz?
Huzur mesela sessizdir, duyamayız.
Hüzün de ses vermez, içine kapalıdır.
Mutluluk ve neşe ara sıra ses verir, duyduğumuzda sevinir, içimiz ısınır.
Öfke en gürültülü olandır, evlerden dışarı taşar, yollara dökülür, iş yerlerinde kol gezer. Ortalığı kaplar. Ne duymazdan ne de görmezden gelebiliriz. Mutluluğun kapısında beklediği yürekleri yangın yerine çevirir. En hızlı ortaya çıkan, en kolay, en yakıcı, en yıkıcı sestir. İşin tuhaf yanı hem yakar hem de bir o kadar soğuktur ki dondurur hepimizi, çaresizleşiveririz. Bulaşıcıdır, parlamak, kendini göstermek, ispat etmek için hep vücutta bekleyen sinsi bir mikrop gibi yuvalanır.
Yaşadığınız apartmanda dairelerden dışarı taşan sesleri dinleyelim, kavga eden çiftleri, korku ile ağlayan çocukları, trafikte birbirine öfkeyle bakan ve küfreden sürücüleri, arsızca çalan kornaları, telefonda kızgın ve bağırarak konuşanları…
Ah burada olsanız da konuyu felsefi iletişim açısından ele alsak, kim bilir daha neler duyuyoruz hepimiz her gün içimize birer yumru gibi çöreklenip yaşama enerjimizi alan.
Korkaktır öfke, hep kendinden güçsüzleri seçer, dövülen değil, döven olmak ister.
Öfke çok gürültücüdür, sel suyu gibi kabarıp coşarak, önünde ne varsa yıkıp dökerek, yıldırım gibi yakarak, şimşek gibi çakarak gelir. Geldiğine asla mutlu olamazsınız.
Ağızdan patlayarak gelir, gözlerden fışkırır, yürekleri dağlar, acı olarak vücuda girer.
Geldiği yeri de gittiği yeri de acıtır öfke. Hiç geçmeyen izler bırakır.
“Öfke nedir?” diye araştırdığımda aşağıdaki tanıma ulaştım.
“Öfke, doyurulmamış isteklere, istenmeyen sonuçlara ve karşılanmayan beklentilere verilen doğal ve evrensel bir duygusal tepkidir. ...Öfke, yoğunluğunda ve süresinde çeşitlilik gösteren içsel duygusal bir yaşantıyken; saldırganlık, kişiye, nesneye ya da sosyal sisteme zarar verebilen davranışlardır.”
Bu tanıma bakınca herkes öfkelenebilir, hatta öfkelenmek bazen bir “hak”tır, itiraz edilen konu ya da olaylara, durumlara verilen doğal bir tepki gibi de anlaşılabilir.
İnsanlar tek başına da öfkelenebilir, birlikte de. Küçük topluluklar, büyük gruplar hatta halklar bile hep birlikte öfkelenebilir. Devletler de öfkelenir, ülkeler de. Mesela linç böylesi kitlesel öfkelerde ortaya çıkar, savaşlar da.
Daha çok güçlüler öfkelenir mesela. Hiyerarşik düzen içinde nedense hep üstler öfkelenir. Boyca daha uzunlar, fiziksel olarak daha güçlüler, sınıfsal olarak kendini daha ‘üstün’ zannedenler, yumruğu daha sert olanlar, parası daha çok olanlar ya da daha cahil olanlar…
Öfke korkaktır, gücü yettiğine saldırır.
Öfke orantısızdır. Öfke adil değildir.
Maharet, öfkeyi kontrol edebilmektir.
Güç öfkeyi dizginleyebilmektir.
Aslında önemli olan kendine hakim olabilmektir.
Öfkenin muhatabı ancak canına tak ettiğinde ya da kaybedecek bir şeyi olmadığında öfkenin sahibine karşı direnç gösterebilir.
Psikologlar, psikiyatristler öfkeyi dizginlemek, kontrol etmek için danışanlarına pek çok öneride bulunurlar.
Uygulamalı felsefe ise öfke kavramını tüm yönleri ile anlamanıza, tüm içtenliğinizle varlığını kabul edip bağlamını görerek anlamanıza ve bunun sonucu olarak öfkenizi yönetmenizi kolaylaştıran bakış açıları sunar.
Tanımını nasıl yaparsak yapalım, ne kadar yumuşatırsak yumuşatalım öfke vardır. Öfkenin tüm yıkıcı ve yakıcı yanlarını kontrolümüz altına alıp yaratıcı ve itici gücünü yaşamımıza dâhil ederek daha mutlu, huzurlu ve sakin bir hayat sürebiliriz. Bu mümkün. Öfkenin gürültüsünü azaltarak yaşamın tüm diğer seslerini duymamız felsefi iletişim ile mümkün, öfkenin ezberini uygulamalı felsefeden yararlanarak bozabiliriz.
“Çocuklar, ya çocuklar?” dediğinizi duyar gibiyim.
Bana sorarsanız çocuk ve öfke arasında bir bağ yok, çünkü çocukla aramıza öfke soktuğumuzda bağ, yavaş yavaş zayıflıyor ve kopuveriyor…
Bir sonraki yazım “Çocuklar ve Öfke üzerine”…
Opus Noesis yazılarıyla Medium'da!
Bizi takip etmeyi unutmayın:
Comments