“Modern dünya demir bir kafes, hukuk da bunun temel aracıdır.” Max Weber
Weber’in sözünü azıcık tahrif edip “hukuk” yerine hukukun içerimlerinden de biri olan “eğitim”i koyalım. Devletler, kendi varlıklarını sürdürebilmek adına belge vermek ya da akreditasyon sağlamak dışında işe yaramaz halde. Eğitim, devletin (Cari ekonomi-politik olarak okuyunuz!) ideolojik aygıtlarından olan okula sıkıştırılmış, deyim yerindeyse hapsedilmiş, kastre edilmiş bir olgu. Oysa eğitim “bildung” ya da “terbiye” anlamında, bir kültürün aktarılma, bireyin kişileşme süreçlerinin toplamıdır.
İnsanlığın üzerinde bir Hayalet dolanıyor. Anarşizm hayaleti. Modern tarihimizde belki de hiç olmadığı kadar İktidarı oluşturan kurumlar, eşzamanlı olarak tel tel dökülüyorlar. Bunlardan biri de eğitim diye adlandırdığımız, örgün eğitimin gerçekleştiği okulda cisimleşen kurumsal yapı.
Herakleitos’un “Panta rhei” (Her şey akar.) sözü çınlıyor kulağımda. Türümüz, ilk defa çocuklardan öğreniyor. Çocuklar, yetişkinlerin, geleneklerin devamını isteyen dinazorların, Antroposentrik kapitalizm ile İbrahimi dinlerin işbirliğiyle talan edilen doğanın ve daha pek çok şeyin tamircisi, dönüştürücüsü, devrimcisi gibi işlevler yüklenerek tanımlanmakta.
Greta Thunberg, postmodern dönemin ilk küresel yurttaşı olarak, daha doğmadan kahramanlaştırılıp elinden Hayatı çalınan çocukların çığlığı oldu. Sempatik bulunmakla birlikte, “İt ürür kervan yürür.” misali devran dönmekte.
Yönsüz ve bitimsiz savaşların egemen olduğu çağımızda uygarlığın yatağı Ege ile Akdeniz’in -topraklararası- maviliği ise toplu çocuk mezarlığı aynı zamanda…
İngiltere’de Yüksek Mahkeme, hükümetin sığınmacıları kağıtları netleşinceye değin Ruanda’daya gönderme planını hukuka uygun buluyor. Üstelik hükümetin başında bir göçmen de olan başbakanıyla bu politikayı hayata geçirmek derdinde.
Özgürlüğün, uygarlığın, düşüncenin, demokrasinin ana taşıyıcısı olan, dünyada kendini güvende hissetmeyenlerin hayalini süsleyen Avrupa ve onun politikalarına yön veren AB, ilke ve değerleri ilga ederek salt çıkar odaklı bir politika güderek Türkiye’yi göçmen-mülteci hapishanesine dönüştüren politikayı -varoşuluna aykırı biçimde- çeşitli bakımlardan “rüşvet” olarak değerlendirilebilecek stratejileriyle sürdürüyor.
Eğitim, meta haline gelip okullar, bürokrasi yerine iş dünyasına “eleman” yetiştirmeye başlayalı beri, bilgi, yetkinlikler, beşeri ya da etik içerimlerinden soyutlanmakta, kelimenin birinci anlamıyla da metalaşmakta. Metalaşan bilgi, beraberinde insanı da kendi kategorisine çekmekte.
Temel haklardan olan barınma, eğitim, sağlık, beslenme, gittikçe lükse dönüşmekte. Kamusal sorumluluklarını zamanla özel sektöre delege ederek temel hakların metalaşmasına neden olan modern devlet, neoliberal ekonomi-politik ile en yalın ifadeyle insanın manevi ya da değer varlığı yanını parçalamış durumda. Hakları ödevlerden ayırıp çıkara dönüştüren bu anlayış/sızlık, etik-politik bir varlık olarak kişinin silinmesinine neden olmakta. En tipik örneği, sıra arkadaşına rakip olarak bakmayı öğretme ve/ya öğrenme süreci de denilebilecek rekabetçi, bireyci kapitalist metafizik.
Hakların ödevlerden koparılmasıyla insicamını yitiren Hayatın bu parçalı hali, yapısızlığı doğurmakta. Postmodernizmin türevi kavramsızlıklar, tutarsızlıklar, “ne olsa gider”cilikler, Hakikatimsilikler (post-truth), “fake-news” adını verdiğimiz dezenformasyonlar… Bunları çoğaltmak olanaklı.
Parçalılık, tutarlı şekilde ilişkilenmeye mani. İnsan, her ne yaşarsa yaşasın anlamlandırmaya ihtiyaç duyar. Çünkü doğamız gereği anlamak, arzudur. Ancak anlayarak hayatta kalabiliriz.
İyi de bu hal nedir?
Birkaç soru(n) ile devam edelim: Pandemiden önce yeni kölelerimiz ya da tapındığımız yeni tanrılarımız çocuklarımızla büyük pazarlıklar yapıp haftalık onlara bir ya da iki saat tablet ya da ekran izni veriyor, taleplerini piyasanın -sıklıkla internet çağının pazar vaizleri “Influencer”ların vaazlarıyla akredite ediyorduk. Derken Tike’nin işine bakın ki -o kör talihin- Covid19 ile evlere -tabii ki evi olanlarımız- tıkıldık. Ekrana ya da çevrimiçine alınan eğitim ile çocukların ekrandan mahrum kalmamalarını istedik.
Bu ne yaman çelişki!
Burada bir ilkenin olmadığı açık. Ezbere. Rüzgar nereden eserse. Bir yönsüzlük hakim. Tutarsızlıklar deryasında boğuluyoruz.
Okul ya da eğitimin gerçekleştiği tanımlı mekan, modernizmin türevi endüstri çağıyla hayatımıza girer. Eğitim, hiç kuşkusuz, toplumsal bir kurum olarak insan türünün tarihine eşlik eder. Eğitim her dönemde, her coğrafyada ve toplumda görülür; bunun modern versiyonu olan kurumlaşmış, deyim yerindeyse devletin ideolojik bir aygıtına dönüşmüş örgütlü formuna ise endüstri çağında kavuşur. 19. yüzyılda kışla ile hapishanenin bir tür sentezinden oluşan ve “katır” ile metaforlaştırdığım varlık belirir.
Öğrenci, işte bu değirmenin öğüteceği tahıl taneleridir. Değirmenin suyu ideolojidir. Sahiplik ya da mülkiyet devletten sermayeye geçince de artık yurttaş yerine tüketici olarak öğütmeye başlar bu değirmen mekanizması. Sermaye hizmetini devletten farklı şekilde sunar. Devlet, öğütürken paranızı almazken şirketler paranızı da alır.
Çocuklar okullarda iki bakımdan öğütülür. Bir yandan aileleri yoksullaştıran bu değirmen diğer yandan manevi bir varlık olmaklığı ellerinden alır: Toplumsallığından soyulur.
İşte bu nedenle günümüz çocukları, ailelerin paradoksal biçimde hem köleleri hem de tanrılarıdır. İşte türümüzün her türden patolojisinin tedavi edici öznesi ya da aktörü olarak atanan çocuklar, bir tür çocuk işkencehanesi olan geleceğin utanç müzelerinde yani okullarda içi gittikçe boşalmış, boşaldıkça da ciddiyetini, saygınlığını kaybetmiş, deyim yerindeyse yağsız tereyağına dönüşmüş, koflaşmış içeriksiz mekanlarda zamanları, de facto hayatları çalınarak oyalanıyor. Çünkü onlar birer tüketici. Rızaları üretilerek tükecilikleri daim eylenmek isteniyor yerleşik ekonomi-politikçe.
Örneğin ABD’de üniversiteyi bitiren bir genç, üç rakamlı kredi borcunu kucağında bularak mezun oluyor ve iş hayatına geçiyor. Ömrünün hatrı sayılır bir süresi, temel haklardan biri olan eğitim için borçlarını ödemekle geçiyor. Buradaki çelişkileri daha yüksek sesle dillendirmek sorumluluğumuz. Dillendirmedikçe, yani kadere, gerçeğe dönüşen bu yanlış hayat sürdükçe, doğru bir hayat içinde nefes almamız olanaksızlaşmakta.
Aristoteles, Nikomakhos’a Etik’te “Bedendeki gözün, elin, ayağın ya da diğer her şeyin bir işi olduğu gibi, insanın da bir işi var mıdır; varsa bu nedir?” sorusu sorar; somakla kalmayıp yanıtlar: “İnsanın işi, ruhun akla uygun etkinliği”dir. Bu, erdemdir. Erdemli yaşamın meyvesiyse mutluluk. Mutluluğun kendisi amaçtır; mutluluk, bir başka şey için istenmez. İnsan, belli bir kültür içine doğar. İçine doğduğu kültürü giyidir, önunla varolur onunla bakar kendien de dünyaya da. Kişi, bir özne olarak kendini, toplum ve dünya-evren içine konumlandırabilir. Kültür, insanın kendine, topluma ve evrene karşı takınacağı tavrı belirler. Hayat; iyi, doğru ve güzel üzerine yükselir. Eğitim, bir kurum olarak insan yavrusunu toplumsal bir özneye dönüştürürken hayatın iyi-doğru-güzelden oluşan sacayağını oluşturup birbirine bağlar. Bunlar arasındaki göreli denge, dünyaya karşı tavır almasını, kendini konumlandırmasını sağlar. Bu, ancak ve ancak toplumsallığının bilincinde bir kişi tarafından hayata geçirilebilir; bu da öğrenilir. Eğitimi, türsel ihtiyaçlara tercüme etmek toplumsal-politik bir sorumluluk olarak bizi çağırmakta.
Yazar: Metin V. Bayrak
Opus Noesis yazılarıyla Medium'da!
Bizi takip etmeyi unutmayın: https://medium.com/@opusnoesis
Commentaires