Hayatımız, bitimsiz sorulara yanıt aramak. Bunlardan biri de kim olduğumuz sorusu. Mitik metinlerdeki incir yaprağı, bilincin kimliğe bürünmüş kıyafeti. Adem'in yediği elmaysa, metafizik ya da aşkın varlığı aşıp şimdi ve buradaki yaşamın hem kendisi hem de tadıdır. “Yaşam tatlı ölüm acı.” sözündeki tat, işte bu elma olsa gerek.
Kim olduğumuzu ya da neler yaşayacağımızı merak ederiz. Türümüzün tarihi, bir bakıma fala, falcılara kayıtsız kalamama tarihidir de. Aşkın dünya, ölümden sonrasını resmeder. Teolojik bir varsayım da olsa içini ısıtır insanın; ısıtır, çünkü belirsizliği bertaraf eder. Belirsizlik sonsuzlukla birleşince insanın kavra(n)ması donar. Metafizik, bu donmanın kendisi olduğu kadar insanın o tatlı -fiziki anlamda tadı olan- yaşama kapatılmasının, deyim yerindeyse özgürlüğünün gasp edilmesinin temel enstrümanıdır.
Kim olduğumuzu arama, bitimsiz keşifler, arkeolojik kazılar ile peşinde olduğunuz dinamik bir yolculuk. Ama merak ediyor, arıyoruz hiç usanmadan. İnsanın bu yolculukta keşfettiği pek çok yanıt/ı var; bunlardan biri de gülmek eylemi.
Gülmek, insanı hem tür olarak hem de kişi olarak ele verir, kimliğini açığa çıkarır. Gülmek, belki de bütün dillerdeki ortak fiillerin başında gelir. Gülmek eylemini gerçekleştirenin gülüşü, onu, diğer insanlardan ayıran bir tür parmak izidir.
Dostoyevski, gülmenin, “Bir insan gülerken onun yüzüne, gülüşüne bakabiliyorsanız, o, sizin dostunuzdur.” sözüyle insanın ruhunu, bir başkasına açma yolu olduğunu gösterir.
U. Eco’nun, aynı zamanda sinemaya da uyarlanan Gülün Adı kitabı, Aristoteles’in olduğu iddia edilen ve “gülme”yi konu alan kitabı merak eden keşişlerin gizemli şekilde ölümlerini ve bu ölümlerin kovuşturulmasını anlatan bir tür ‘polisiye’ romandır.
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanında kahramanı C.’ye yüzü kırış kırış olan ve henüz genç denebilecek yaştaki garson için şunları söyletir: “Yüzü kırış kırıştı, belli ki gülmekten değil, sırıtmaktan.”
Gülmenin içtenliğine karşı sırıtmak sığ, yapay ve zorakidir; sezilir bir gülüşün içten olup olmadığı. İnsan, Lacanca söylersek bilinçdışıyla kavrar bir gülüşün içten olup olmadığını. İnsanın mani olamayacağı davranışları yahut eylemleri vardır; gülmek de bunlardan biridir tıpkı ağlamak, hüzünlenmek, sevinçli bir haberle kendinden geçmek, hatta uyumak, titremek, terlemek gibi. Bunlardan yola çıkarak gülmenin iradi bir eylem olmadığı söylenebilir. İnsanın, bir canlı olarak varoluşuna -manevi varoluşuna demek daha yerinde olabilir- özgüdür. Felsefecesi gülme, insanın tözüdür. Desmond Morris, Çıplak Maymun’da bebeğin tehlike anında ağlamasının, tehlikenin sona ermesiyle gülmeye dönüşmesine dikkat çeker. Ağlama ile gülme arasındaki benzerlik, ikisinin de refleks oluşu yanında biçimsel anlamda da özdeşlikleridir.
İnsanın karakterini, zekâsını, kültürünü, duygu dünyasını, başka pek çok eylemi, özelliği yanında gülüşü de ele verir; kim olduğumuz, biraz da “nasıl” ve “neye” güldüğümüzle (de) ilişkilidir.
Öte yandan gülmek, tanrısal bir özellik olarak da değerlendirilebilir. İnsanın gülmesi, güldüğü ortama, kişi ya da kişilere ve en önemlisi kendine -de facto yaşama- karşı takındığı kalkanları indirip teslim olmasıdır. Gülmek, teslimiyettir. İnsanın, bir anlamda doğasına yönelik teslimiyetidir; teslimiyeti hayatadır, doğayadır, kültüredir. İnsanın, bütün kalkanlarından arınıp sıfatlarından soyunmasıdır.
Arınmayı sağlayan gülüş, hayata koşulsuz teslimiyeti sağladığı gibi insanı gark eden sıfatlar(ın)dan soyunmasına da olanak sağlar. En çok çocuklar güler. İnsan, yaşlandıkça, hele de ahlakçılık kalebendinde ömür tüketmişse daha az güler; ölümün kasvetine teslim olur ve muhafazakarlaşır: gençlere, arzuya, kısacası hayata içkin her ne varsa düşmanlaşır; deyim yerindeyse düşmanlığı kendinedir, israf ettiği ömrüne. İnsanın akıp giden hayata karışmaya mani kalkanları arttıkça gülmesi azalır. Gülmesi azaldıkça uzaklaşır cennetinden ya da cennetten. Gülmenin yerini sinameki suratlar, dalga dalga yapılan mutsuzluk, birbirinden uzak ruhlar alır. Yaşama/ya içkin yurdu çoraklaşır, solar, bir tür yaşayan ölüye dönüşür; bunu da Türkçenin o eşsiz ruhsuz deyimi ile “Ahı gitmiş vahı kalmış.” sözü olağanüstü durulukla anlatır. Gülün Adı’ndaki ihtiyar keşiş Jorge, “Gülme bedenimizin güçsüzlüğüdür.” sözüyle yaşayan ölünün bu dünyada ete kemiğe bürünmüş karikatür örneklerindendir.
Ataerkil kültürlerde gülmenin ‘kadınsı’ bir davranış olduğu ve insanı ‘hafifleştirdiği’ iddia edilir. Hiç kuşkusuz ataerkil, muhafazakar (tutucu), hatta mutaassıp (bağnaz) bir bakıştır bu. Gülen kadının yaydığı iktidar halesinden korkulur; çünkü o, kendini hayata bırakabilme, kalkanlarından soyunabilme becerisine sahiptir; çıplaklığın/ın, hafifliğin/in yarattığı müdanasızlığı, özgürlüğü deneyimlemiş bir varlıktır aynı zamanda. Gücü, sıradanlığa yeten ve hem kendisi cehennem olan hem de cehennem/ler yaratan “hayat”ın, özgürlüğü bulduğu yerde boğması, başka nasıl açıklanabilir ki?
‘Büyük insanlar’ ciddidir; omuzları kalabalık sıfat budalaları gülmezler, bilakis her şeye kabarabilen öfkeleriyle genellikle nefret kusarlar. Türkçedeki “Ağır ol, molla desinler.” sözünün “oto-cellat”ıdırlar. Hayatlarını, kendileri dışında yazılmış bir oyunun koşulsuzca, sorgusuzca, icrasına vakfetmiş zavallılar topluluğudurlar. Gülmek, devrimdir; gülerek reddederiz, gülerek hayata, hakikate teslim oluruz.
İnsanlar bir araya gelip bir tür şölen etrafında toplandıklarında gülüşürler. Bir araya gelişleri barışa, barışı olanaklı kılan topluluk bilincine ya da ruhuna içkindir. Gülmenin cisimleştiği pek çok gülüş şekli vardır: sırıtmak, pis pis sırıtmak, bıyık altından gülmek, satıcı gülümsemesi, reklam gülücüğü, gözlerinin içiyle gülmek gibi. İçten değilse gülüş, ortama tehdit zerk eder. Güven zedenelir ya da sağlanmaz. Bu da ortamı paylaşanların kendilerini bırakmalarına mani olur.
Gülmek, kutsaldır; gülmenin ele avuca sığmazlığı, ona, koşulsuz bir iktidar halesi kazandırarak dokunulmazlaştırılması biraz da bu yüzdendir.
Gülmek, iyileştirir; fizyolojik olarak çeşitli mutluluk hormonları salgılatır ve fiziksel anlamda da başta yüz ve karın olmak üzere pek çok kası çalıştırır; gülmeye bağlı olarak bağışıklık sistemimiz güçlenir. İnsan, gülmeyle ruhunu açarak hayatın kendine daha fazla dokunmasını -ki eşzamanlı o da hayata dokunur- sağlar.
Gülmek, varlığın kapılarını açar ve cenneti ifşa eder; cennettir, hayatı cennetleştirir: bir tür yeryüzü cenneti oluşur halesinde.
Gülüşün önünde hiçbir güç duramaz ne şiddet ne de iktidar. Hangi iktidar olursa olsun -ister kişi ister kurum- kendisine gülündüğü vakit gücü sarsılır; gücün sona ermesi gülünçleştiği an gerçekleşir; bu, daha kısa bir anlatımla iktidarının sonudur.
Gülmek, barıştır. En acımasız, gaddar, sadist kişi bile olsa ona en öfkeli anında içten bir gülüşle gülümseyerek bakmak -sırıtarak değil kesinlikle- tanrısal bir güçtür ve hiç kimse bunun karşısında kayıtsız kalamaz.
Gülmek, aşktır; kimi ömürler bir gülüşün yolunda geçer, kimileriyse gülüşsüz bir ömrün yoksunluğunun yarattığı yoksullukta.
Haz, mutluluk, sevinç, başarı, doğum, kavuşma, mezuniyet, başarılı biten bir ameliyat, merakla beklenen bir haber vb. yaşamda arzu edilen ne varsa hepsine eşlik eden gülme, gülüş, gülümsemedir. İnsanların kalplerini, ruhlarını, birbirine açan, yakınlaştıran ruhsal ortaklıkların yolunu döşeyen yine gülüşlerdir, karşılıklı gülümsemelerdir. Aşklar da gülüşlerle başlar. Nerede gülüş varsa orada hayat vardır. Nerede hayat varsa gülüş, hemen yanıbaşındadır, mutluluğu da beraberinde getirir. İnsanın gözlerini açıp ruhuna dokunuveren o kısacık an, evrenin bütün gizlerini sonuna kadar açtığı cömertliğidir.
Yazar: Metin V. Bayrak
Opus Noesis yazılarıyla Medium'da!
Bizi takip etmeyi unutmayın: https://medium.com/@opusnoesis
Commenti