Dünya için küresel köy deneli birkaç on yıl oldu. Eşzamanlı olarak neoliberalizmin ekonomi-politiği devreye girdi. Tek sesli devlet televizyonlarının yanında onlarca, yüzlerce, binlerce televizyon, radyo ile farklı sesler, sel olup aktı. Artık her şeyden haberdarız, felaketlerden de. Toplumsal kırımlardan, doğal afetlerden de. Diktatörlerin kendi rejimlerini sürdürmek için yaptıkları katliamlardan da... Her şey o kadar gözümüzün önünde ki neyin gerçek neyin kurgu olduğu birbirine giriyor. Her şey ortada ama Hakikate erişmek arkeolojik kazı ya da veri madenciliğiyle olanaklı. Deyim yerindeyse algoritmalarla mızrak çuvala hem giriyor hem de girmiyor… Yeni nesil kölelik, G. Orwell’in 1984’ündeki çiftdüşün, teknofeodalizmin zamane derebeylerince her birimize ayrı ayrı terzi dikim içerik (content) sunularak arzulatılıyor. İzledikçe rızamız üretiliyor. İzledikçe öznelikten uzaklaşıyoruz. Türsel niteliklerimizden de. İzlemenin kendisi -neyi izlediğimiz önemi yitirerek- eğlenceye dönüşüyor.
Yine de ‘haberdar olmak’ rahatlatıcı. Merak, canlılığımıza, etik varlık olmaklığımıza içkin. Pandora’nın Kutusu ile Mavi Sakal hikayesi, merakın ne denli büyük bir güç olup bizim irademizi soğurarak kendimize yenik düştüğümüzün en güzel örnekleri arasında sayılabilir.
Tanıklıklarımızın, kim olduğumuz üzerinde kurucu etkileri var/dı. Şimdi ile geçmiş zaman kipini eşanlı kullanmamızın nedeni hala var olması. Ama ne bakımdan? Birinci Körfez Savaşı dendiğinde CNN INT’de en çok gösterilen ham petrole batmış karabatak görüntüsü imgelem dünyamızda hala yaşıyor.
Tanıklıklarımız ucuzladı. Tolere gücümüz arttı. Ama ruhumuz hep aynı…
Bu denli uyaran yoğunluğu altında ne yaşadığımızı duygusal ve düşünsel anlamda anlamlandırmamız güçleşiyor. Bunun için zamana ihtiyacımız var. Fakat zamanımız, ne ne yaşadığımızı hissetmeye ne de ne yaşadığımızı anlamaya yeterli. Sindiremeden yenisine geçiyoruz. Bu tıpkı üst üste 4-5 filmin izlenmesine benzer. Kurgu da karakterler de mekanlar da zamanlar da birbirine girer. Sonuç? Anlamlandıramama. Peki bu halimizle hangi iklimde yaşıyoruz? Sınırlı dikkatimizi çalmanın her gün bir başka yolunu bulmak telaşındaki cari ideolojinin sarmalında her geçen gün daha da büzüşen bilincimizle nasıl bir Hayat yaşıyoruz? Bu sarmalın ruhumuzdaki maliyeti, en yalın ifadeyle zedelenme, travmatize olma, odaklanamama… Bunların sonucu olarak da tedavi, terapi, iyileşme, well-being (iyi olma hali - esenlik) yolunda detoks kamplarını kovalama…
İnsan, fenomenler toplamıdır. Bu fenomenleri altı kategori altında toplayabiliriz: Psikolojik, fizyolojik, sosyolojik, entelektüel, fiziksel ve manevi. İnsan ne yalnızca manevi, yani değerler varlığı olarak manevi bir özne, ne de salt fizyolojik. Bunların toplamına ruh; ruhun görünmesine ya da eşdeyişle belirmesine de bilinç diyelim. İnsan, yalnızca ne ruhsal ne fiziksel ne manevi ne sosyal ne fizyolojik ne de zihinsel bir varlık. İnsan, bir bakıma bunların toplamı. İnsana bütüncül bir gözle bakmadıkça onu eksiltir, eksilttikçe de travmatize ederiz. Dengemiz bozuldu, dikkatimiz çalındı. Doğadan uzaklaştık gittikçe, doğamızdan da.
İnsan, her canlı türü gibi göreli dengeye ihtiyaç duyar. Belli niteliğe sahip uyaranlar belli niceliğin altında ya da üstünde olursa yetersiz ve/ya aşırı uyarılma yaşar; bu da insanın dengesini bozar. Günümüzde başta sosyal, fiziksel açılardan yetersiz uyarılırken ses, iletişim, görsel dünya, gıda, yerel, bölgesel ve küresel gelişmeler gibi başka pek çok bakımdan da aşırı uyarılıyoruz. Günün sonunda dengemizi kaybediyor, kaybettikçe de yitirdiğimiz ya da elimizden çalınan uyumun (ahenk - harmonia) peşine düşüyoruz. Ama bu çabamız her ne kadar soylu olsa da beyhude.
Bugün, hem küresel hem de Türkiye özelinde kentsel alanlarda derinleşen çevresel sorunlar, özellikle Covid19 pandemisi ve dijitalleşen hayat ile azalan göz teması, her birimizin ekranlara gömülmesi, gıda güvenliği sorunları nedeniyle ne yediğimizin, içtiğimizin farkında olmamanın sonucu pek çok komplikasyon yaşıyoruz. Bu olgu; huzursuzluk, saldırganlık doyumsuzluk, memnuniyetsizlik, kafa karışıklığı, odaklanamama ve daha pek çok komplikasyon ile birlikte kendini göstermekte.
Günümüz Türkiye'sinde sınav odaklı eğitimde akademik -akademiyi de matematiğe indirgeyen- eğitim anlayışında sosyal, ruhsal, fiziksel anlamda kastre edilen milyonlarca çocuk ve genç bir tür çocuk-genç hapishanesi olan okullarda “hayata hazırlanıyor.” Eğitim, ruhun terbiyesinden soyularak teknik bir beceriye deyim yerindeyse tek boyutlu hale getiriliyor. Bir tür çocuk, genç işkencehanesi de olan adına okul dediğimiz hapishaneler, günümüzde piyasanın devletle işbirliğinin cisimleşmiş kurumsal yapılarına dönüşüyor. Piyasanın egemenliğindeki bu iklimde örgün ve yaygın eğitim dolayımıyla hayata hazırlamak istediğimiz öğrenciler ise bu esnada tüketicilik-girişimcilik aksında salınmakta.
Peki bu iklimde nasıl yaşayabilir? Dengemizi bozan bu iklimle nasıl mücadele edebiliriz?
Onarıcı pedagoji, modernizmle birlikte indirgemeci mantık ile insanı belli türden bir sıfata ve/ya statüye, uzmanlığa koyarak kavramayı sorunsallaştırır. Onarıcı pedagoji, deyim yerindeyse insanın etiketlenerek kutucuklara konmasını sorunsallaştırır. İnsanı bütünlüğünde görür; ona her yönünü gözeterek yaklaşır. Bu yaklaşım, insanın eksilmesine değil birbirinden beslenerek güçlenmesine hizmet eder.
Onarıcı pedagoji, eğitim ortamlarında ilişkileri onaran, sağlıklı ilişkilerin olanağını gösteren, göstermekle kalmayıp bunları teşvik eden bir pedagojik yaklaşım. Deyim yerindeyse geleneksel ya da modernist yaklaşımın değili. Onarıcı pedagoji, eşitlik ilkesine dayalı kişi-kişi ilişkisini yani etik ilişkiyi, hesap verebilirlik ve sorumluluğu, açık iletişimi, onarıcı adaleti, çatışma çözümünü, kapsayıcılığı, katılımcılığı, destekleyiciliği, barışçıllığı, etkin dinlemeyi, diyalogu, dişil iletişimi, diyalojik iletişimi, kolektif ya da müşterek sorumluluğu, işbirliğini ve bütün bunlara içkin topluluk ruhunu önceleyen bir yaklaşımdır. Özetle onarıcı pedagoji, tek tek topluluk üyelerinin toplulukça desteklendikleri, üyelerin eylemlerinin sorumluluklarını sakınmasızca üstlendikleri, sorunlar ve çözümler konusunda inisiyatif alabildikleri, güvenli, adil ve barışçıl bir ortamda kendilerini değerli ve anlamlı hissettikleri bir yaklaşımdır.
Bütüncül bir perspektif sunan onarıcı pedagojiye bu anlamda ihtiyacımız var. İnsan, yukarıda andığımız altı yanı, göreli ölçüde eşzamanlı uyarmadıkça dengesini kaybeder. Bütüncül yaklaşım, tıpkı önleyici hekimlik gibi insanın bağışıklık sistemini güçlendirir. İnsan ruhunun bütün bileşenleri, diğer öğelerle birlikte yaşar ve çalışırsa toplamda daha güçlü bir varlığa dönüşür. İnsan öznesinin yaşadığı iklimde güçlenmesi, üyesi olduğu ve türsel anlamda ihtiyaç duyduğu topluluktan, topluluk ruhundan bağımsız değildir.
Hayat, yalnızca sonsuz sorunlar yumağı değil aynı zamanda bu yumağa eşlik eden, sorunları görmeye, anlamaya, sorunlara yönelik çözümler üretmeye mahir bir değerdir. Onarıcı pedagoji, Hayatın ürettiği çözümlerden ya da yaklaşımlardan biri. İş, bu yaklaşıma içkin Hakikati olabildiğince Hayata tercüme edebilmek.
Onarıcı pedagojiyi Hayata nasıl tercüme edebiliriz?
Günümüz, sorunlar yumağı ile kimi kuramcılarca çoklu krizle (polycrisis) karşı karşıya; buna rağmen çözümler üretiyoruz çünkü yaşıyoruz, yaşamaya ihtiyacımız var; çünkü yaşamak, doğası gereği varolmaya da arzuya da iradeye de içkin. P4C ya da Çocuklar için / ile Felsefe, söz konusu iradenin ürettiği “çözüm”lerden biri.
Türkiye’de, özellikle son on yılda P4C yaklaşımına büyük bir ilgi var. Yalnızca özel okullar değil, Milli Eğitim de öğretmenlerine yönelik açtığı hizmet içi kurumsal eğitimler arasında yer veriyor. Onarı pedagoji ile P4C yaklaşımı büyük ölçüde örtüşmekte. P4C için “onarıcı pedagojinin Hayata tercüme edilmiş bir tür simülasyonu” denebilir. Ne mutlu ki bu alanda çalışan onbinlerce kolaylaştırıcı atölyeler yapmakta, hem telif hem de çeviri yüzlerce kitap yayımlanmakta, yüksek lisans ve doktora tezleri yazılmakta, pek çok üniversite ve kurum P4C kolaylaştırıcı eğitimi açmakta. Sorunlar ne denli derin, içinden çıkılmaz görünürse görünsün Hayata güvenmek gerek.
Çocuklar İçin Felsefe ya da P4C yöntemi, atölye çalışmaları biçiminde gerçekleştirilen kısaca çember adı verilen kavramsal soruşturmalardır. Soruşturmanın ve soruşturucu topluluğun cisimleştiği çember, katılımcıların dünyayı anlamak ihtiyacından beslenerek soru sorma, bağlantıları görme, düşündüğünü gerekçelendirerek ya da temellendirerek ifade etme yani argüman geliştirmelerine olanak sağlayan, demokratik ortamda gerçekleşen bir tür öğreşme ortamıdır.
Çocuklar İçin Felsefe yani P4C diye jenerikleşen pedagojik yaklaşım, ABD’de felsefe alanında çalışmalar yapan akademisyen Matthew Lipman tarafından 1970’lerde geliştirilir. Lipman’a göre çocuklar ya da atölye çalışmasına katılanlar; karikatür, resim, şarkı sözü, deyim ya da atasözü, hikaye, film gibi bir “uyaran”ın eğitim içeriği olarak alınıp kolaylaştırıcı eşliğinde bir araya gelirler, felsefece konuşup tartışırlar yani felsefe yaparlar. Amaç, ortak bir “doğru”ya ulaşmaktan ziyade çemberdekileri soru sormaya, sorgulamaya, cevaplar aramaya, cevapları temellendirmeye, cevaplardaki varsayımları görmeye, ileri sürdükleri düşünceleri argüman geliştirerek savunmaya yönlendirir. Bu düşünme yolculuğunun yönetimini yapan kişi de Sokrates’ten esinlenilerek kolaylaştırıcı olarak adlandırılır.
P4C, katılımcıların kavramların anlamlarına, çeşitli bakımlardan temsillerine ya da izdüşümlerine, kavramları soruşturan felsefi nitelikteki soruları keşfetmeye, varsayımları sınamaya, rekabetçi olarak gördüğümüz öğrenme yerine dayanışmacı olarak anladığımız öğreşme ilişkisini görmelerini, birlikte düşünme, üretme için işbirliğine dayalı hareket etmelerini, bunların bir tür sonucu da denebilecek müzakereci, uzlaşmacı kişi olma bilinci geliştirir. Katılımcılar, bu sürecin kaçınılmaz parçası ve/ya sonucu da denebilecek düşüncelerini dile getirebilme, çemberde yer alan her kişiyle saygı ilişkisi kurabilme, yaşamda kendilerine yer açarak var olabilme, bir diğerinin ya da “öteki”nin bir özne olarak çemberde, kendisinin de hem oluşturucusu olarak olup bitenleri birlikte müzakere etme becerileri geliştirir.
P4C’nin kullandığı çember; eşitlik, saygı, açık fikirlilik, demokratik yurttaşlık, saydamlık, içtenlik biri ilke ve değerlerin ete kemiğe bürünmüş örneğidir. Katılımcılar, çember dolayımıyla etik çatışmaların, ikilemlerin (dilemma) ayırdına varırlar, bu tür örneklere dair etik bakış açısı geliştirirler; bunun bir sonucu olarak olası durumlarla karşı karşıya geldiklerinde önyargılara dayalı refleksif tepkiler yerine ölçüp biçerek, düşünüp tartarak, konuyu tekilliğinde ele alarak yaklaşma becerisi geliştirir. Bu tutum, empati duymayı, karşısındaki kişiyi etkin biçimde dinlemeyi, farklı bakış açılarına açıklığı, düşündüğünü ahlakçılık yapmadan bilgi temelli içten biçimde dillendirebileceğini deneyimler. Bu, gözeterek gözetildiği güvene dayalı bir topluluğun oluşması ya da bu topluluğun var olduğu anlamına gelir. Topluluk ruhunun belirmesini sağlayan P4C, demokrasinin yani birbirini gözeterek birtakım ilke ve değerlerin güvenli halesi içinde yaşamayı sağlayan içerimci, katılımcı, ortaklaştırıcı bir Geist ya da Anlam üretir.
Yazar: Metin V. Bayrak
Opus Noesis yazılarıyla Medium'da!
Bizi takip etmeyi unutmayın: https://medium.com/@opusnoesis
Comments