top of page

Anadilinden Sürgünlük Halleri: Dilsel Küçülme

Dilsel küçülme, bir bireyin anadilini kullanma becerilerini kaybetmesi veya bu becerilerin zayıflaması anlamına gelir. Bu durum, bireyin kültürel kimliğinden kopmasına ve sosyal izolasyona yol açabilir. Ayrıca, dilsel küçülme, bireyin düşünme yeteneklerini ve dünyayı anlama biçimini de sınırlandırarak dil ile kurduğu bağ zayıflar.

trende giden bir çocuk

Refik Halit Karay, Eskici adlı öyküsünde, henüz beş yaşındaki Hasan, Kanlıca’dan dilinden koparılmış bir çocuk olarak Arabistan’daki halasının yanına gönderilerek yabancı bir dünyada sessizliğe mahkûm edilir. Aylarca gündelik birkaç kelime dışında konuşmaz, konuşamaz. Birgün hem eskici hem de ayakkabı tamircisi, eskiyen ayakkabıları tamir etmesi için avluya alınır. Küçük Hasan, ilgiyle izlediği eskiciye, “Çiviler ağzına batmaz mı senin?” diye sorar. Eskici “Türk çocuğu musun be?” diye yanıtlar ve iki sürgün birbirlerine ruhlarını açarlar. Ancak anadilinden sürgün edilen biri, ağzında çiviler varmış gibi konuşamaz; dil kaybolduğunda düşünceler de kilitlenir, iletişim donuklaşır, rüyalar da yavaşla kaybolur, bir başka dilde rüya görülmeye başlanır. Dil nasıl insanın varoluş evi ise, anadili de insanın ruhunu, bilincini açığa çıkardığı mecradır, yuvadır. Osmanlı'nın parçalanıp Cumhuriyet’in kurulduğu dönemde Kafkasya, Ortadoğu ve Balkanlar’dan çok sayıda insan Türkiye’ye göç etti ve birçoğu da sınırların dışında kaldı. Kendi dillerinde var olamayanların yaşadığı bu trajedi, küçük Hasan’ın anadilinden sürgün edilmesine benzer. Bugün, Türkiye’den kaçıp Avrupa ve ABD’ye gitmek isteyenlerin, hem kendi dillerini kaybetme hem de sürgün edildikleri dillerde dilsel küçülme yaşama riski bulunuyor. İçeride de Kürtler başta olmak üzere, Suriyeli ve Afgan milyonlarca insan aynı dilsel küçülme tehdidiyle yüzleşiyor.

İnsan, varoluşunun en temel yapı taşlarından biri olan dil içine, dili olan dünyaya doğar. Dil, yalnızca iletişim kurmamızı sağlayan bir araç değil, aynı zamanda düşüncelerimizi şekillendiren, kimliğimizi oluşturan ve dünyayı anlamlandırmamızı sağlayan dinamik bir dizgedir. Bu nedenle anadili, kişinin doğadan kültür evrenine yolculuğunun en belirleyici öğesidir. Dil, düşüncelerimizi ifade etmemizi, duygularımızı paylaşmamızı ve başkalarıyla ve yaşamla bağlantı kurmamızı sağlar. Dil olmadan, insanın sosyal ve kültürel gelişimi yanında biyolojik varlığını da sürdürmesi mümkün değildir. Bu nedenle, insanın bir dil varlığı olduğunu söylemek, onun doğasının temel gerçeğini imler.

Düşüncelerimiz, dil aracılığıyla dilde dile gelerek somutlaşır; ancak dilde nesnelleşen düşünce, belli bir form içinde anlam kazanır; bir başka öznenin zihnince alımlanabilir hale gelir. Dil, zihinsel süreçlerimizi yönlendirir, karmaşık fikirleri ifade etmemize olanaklı hale getirir. Bu nedenle, dilin düşünmenin ana enstrümanı olduğunu söylemek, onun bilişsel gelişimimiz yanında kültürel, etik varoluşumuzun merkezi rolünü de vurgular. Düşünmenin dil dışı varlığı ya da boyutu olsa da “Dil, düşünceyi olduğu gibi yansıtır.” bilgisinin çizdiği sınırlar nedeniyle anlam dünyamızın içinde kalarak düşünmenin dilde dile gelen yüzünü düşünebilir, bilgiye tercüme ederek olguyu anlam dünyamızın parçası kılabiliriz. Dil, bütün düşüncel boyutları yanında insanın duygu dünyasını da yansıtır. Bir duygu varlığı olarak insan, yaşadıklarını, hissettiklerini anlamlandırırken, bir sevincini, üzüntüsünü paylaşırken de dile ihtiyaç duyar. Yaşadıklarını tercüme edecek bir dili yoksa, sürgün edildiği dilde kayıpsızca kendini ifade edemiyorsa sürgünü derinleşir, eksilir. Artık nerede olduğunun önemi yoktur, evinde, yuvasında, anasının kollarında değildir. Ruhu üşümektedir. Adordo, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD’den Almanya’ya değil ama Almancaya dönme nedeni tam da bu nedenledir.

İnsan, tür olarak pek çok şey gibi düşünmeyi de öğrenir; buna dil eşlik eder. Yaşı ile dilinin eşzamanlı büyümesi beklenir. Düşünme gücünü belirleyen dil yaşı, öğrenmenin muradı olan problem çözme becerisininin sınırlarını belirler. Dil yaşı, bireyin dil becerilerinin olgunluğunu, gelişimini ifade eder. Bireyin işittiği sözcük sayısı, cümle yapıları, göz teması kurularak kuralan iletişim, dinlediği anlatılar, kullanılan deyimler, kendisini ifade etmesinin sağlanması gibi değişkenler, dil yaşını belirler. Dil yaşı ne kadar küçükse, bireyin düşünme gücü ve problem çözme becerileri o kadar gelişmiş olur. Erken yaşta dil öğrenimi, bilişsel yeteneklerin gelişimini hızlandırır, bireyin daha karmaşık düşünme süreçlerini yönetmesine olanak tanır.

Dil yaşı yanında dil bilinci, kişinin toplumsal ve etik gelişimi yanında entelektüel kavrayış gücünü doğrudan etkiler. Dil yaşının göreli olgunlaşmasıyla oluşan dil bilinci, kişinin dilin yapısını, işlevini ve kullanımını anlamasını ifade eder. Dil bilincinin gelişimi ile beliren etik varlık olarak kişi, dili daha etkili kullanır, yaşamdan, yaşadıklarından anlamlar çıkarır. Bu durum, kişinin etik ve toplumsal değerlerini anlamasına, anlamlandırmasına, içselleştirmesine yardımcı olurken aynı zamanda entelektüel gelişimini de destekler.

Dil yaşı, kişinin anadilinde yaşaması ile de ilişkilidir. Bir hak olan anadili, insanın hayata katılımının temelidir. Anadili ile öğrenme gücü arasındaki korelasyon oldukça yüksektir. Bu nedenle de anadili, kişinin doğuştan sahip olduğu, kültürel kimliğini oluşturan, dünyayı kavrayışının paradigması olarak temel bir haktır. Anadili, insanın dünyayı anlamasını, öğrenmesini, kendini ifade etmesini, kısacası hayata katılmasını sağlar. Bu nedenle, anadilinde eğitim, bireyin akademik başarısını ve hayata katılımı açısından kritik önemdedir.

Anadilinde eğitim almayanlar, sınıfsal anlamda eşitsizliğin derinleşmesi ile karşı karşıya kalırlar. Anadilinde eğitim alamayanlar, eğitim sisteminde dezavantajlı duruma düşerler. Aynı zamanda sosyal, ruhsal, fiziksel, manevi ve entelektüel dünyaları kısıtlanır, düşünme evrenleri daralır. Bu da hayat yolculuklarındaki kimi olanakları değerlendirmelerini ya engeller ya da güçleştirir. Anadilinde eğitim alamayanlar, politik tehditleri, azınlık olmaktan kaynaklı tehditleri ve/ya riskleri ihmal ederek söylendiğinde, toplumda marjinalleşme riskiyle karşı karşıya kalır, sosyal hareketlilikleri kısıtlanır. Anadilinde yaşamayan, anadilinde akademik anlamda eğitim almayanlar, “dilsel küçülme” adı verilen olguyu yaşarlar. Bu da her anlamda kişinin hayata katılımının önünde büyük bir engeldir.

Dilsel küçülme, bir bireyin anadilini kullanma becerilerini kaybetmesi veya bu becerilerin zayıflaması anlamına gelir. Bu durum, bireyin kültürel kimliğinden kopmasına ve sosyal izolasyona yol açabilir. Ayrıca, dilsel küçülme, bireyin düşünme yeteneklerini ve dünyayı anlama biçimini de sınırlandırarak dil ile kurduğu bağ zayıflar, hayata katılımı kadükleşir.

Dilsel küçülmenin kişinin dünyasında kimliksel ve düşünce anlamında bir tür erozyona neden olduğu ileri sürülebilir. Dilsel küçülme, bir bireyin anadilini kullanma becerilerini kaybetmesi veya bu becerilerin zayıflamasını ifade eder. Bu durum, bireyin kültürel kimliğinden kopmasına ve sosyal izolasyona yol açabilir. Bülent Küçük'ün ifadesiyle, anadilini kullanamayan, "âdeta lal edilmiş" gibi hisseder ve bu durum onun üzerinde bir tür "simgesel şiddet"e dönüşür.

Tarih boyunca, dilsel küçülme, baskıcı rejimlerin ve asimilasyon politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin, Amerika kıtasının yerli halkları, Avustralya'nın Aborjinleri ve Afrika'nın birçok yerli topluluğu, sömürgeci güçler tarafından anadillerini konuşmaktan ve öğretmekten men edilmiş, bu da onların kültürel kimliklerinin erozyonuna ve sosyal dışlanmalarına yol açmıştır.

Türkiye bağlamında ise Kürtlerin anadilleri olan Kürtçenin uzun yıllar boyunca resmi eğitim sisteminde yasaklanması ve kamusal alanda kullanımının kısıtlanması, dilsel küçülmenin en çarpıcı örneklerindendir. Bülent Küçük'ün kendi deneyimi de bu durumu gözler önüne sermektedir. Küçük, anadilinin kendisinden "çalındığını" ve bu durumun bir tür "gasp" olduğunu ifade eder. Bu durumun, onun üzerinde bir "yarılma"ya ve "travma"ya neden olduğu söylenebilir.

Dilsel küçülme, sosyal izolasyon yaratır. Anadilini kullanamayanlar, kendi topluluklarıyla iletişim kurmakta zorluk çekebilir; bu da sosyal izolasyona yol açabilir. Özellikle çocuklar, anadillerini konuşamadıkları için akranlarıyla etkileşimde bulunmakta zorlanabilir, duygu ve düşüncelerini aktaramamanın yarattığı engelleme çeşitli bakımlardan agresyona (sadırganlık) dönüşür; bunlar da sosyal izolasyonu ‘meşrulaştırdığı” gibi derinleştirir de.

Dilsel küçülme, kişinin düşünme evrenini daraltır. Anadilini kaybeden biri, düşünce dünyasının daralmasıyla karşı karşıya kalır. Bu durum, bireyin yaratıcılığını, problem çözme becerilerini ve eleştirel düşünme yeteneğini kastre eder. Bu bağlamda George Orwell'ın "1984" romanında tasvir edilen "Newspeak" dili, düşünce kontrolünün bir aracı olarak dilsel küçülmenin distopik bir örneğini sunar.

Dilsel küçülme, kültürel anlamda kimlik erozyonuna neden olur. Dil, bir toplumun kültürel mirasının taşıyıcısı, bireyin kimlik oluşumunun yani kişileşmesinin temel yapı taşlarından biridir. Anadilini kaybeden kişinin kültürel kökleri ile olan bağı zayıflar, Hayatının kaidesi sarsılır. Bu durum, kişinin aitlik duygusunu zedeler, yaşadığı topluma katılım sorunları yaşaması nedeniyle de yabancılaşır. Örneğin Franz Kafka, Çekçe anadilini konuşmasına rağmen, Almanca yazmayı tercih etmiş; bu durumun yazarın kimlik çatışmalarını derinleştirdiği iddia edilir.

Dilsel küçülme akademik başarıyı zayıflatır. Anadilinde eğitim alamayan çocuklar, öğrenme sürecinde zorluk yaşarlar. Günümüzde büyük ölçüde piyasalaşan rekabetçi bir evrende çocukların eğitim fırsatlarına erişimleri sınırlanır. Bununla sınıfsal yarılmalar daha da marjinalleşerek derinleşir, kalıcılaşır, ileri kuşaklara aktarılır. UNESCO'nun araştırmaları, anadilinde eğitimin öğrenmeyi kolaylaştırarak hayata katılımı güçlendirdiğini, anadilde eğitim alamayan çocukların ise dezavantajlı duruma düştüğünü göstermektedir.

Dilsel küçülme, bireyin anadilini kullanma becerilerinin zayıflaması veya tamamen kaybetmesi durumunu ifade ederken, bu sürecin en uç noktasında "dil kaybı" (language attrition) ortaya çıkar. Dil kaybı, bireyin anadilini tamamen unutması, artık bu dili konuşamaz, anlayamaz hale gelmesidir. Bu durum, bireyin kültürel kimliğinden tamamen kopmasına ve kendi toplumuyla bağlarını tamamen kaybetmesine yol açabilir.

Dil kaybı, özellikle göçmenlerde, baskıcı dil politikalarının uygulandığı bölgelerde sıkça görülen bir olgudur. Göçmenler, yeni kültüre ve diline uyum sağlamaya çalışırlarken, şu ya da bu bedenle ve biçimle baskı altında anadillerini kullanmaktan kaçınırken, zamanla anadillerini unutmaya başlarlar. Anadilden sürgün, rejime dönüşerek kalıcılaşır, ebedi yurtsuzluk dil kaybıyla kesinleşir. Bu durum, sadece bireysel değil, toplumsal düzeyde de ciddi sonuçlar doğurur: Bir dilin kaybolması, o dilin taşıdığı kültürel mirasın, bilgi birikiminin ve dünya görüşünün de ölmesi anlamına gelir. Dil kaybının domino etkisiyle o dili konuşan topluluklarda tek tek gerçekleşmesi ile o dil, ölür; o dilin ad vererek can verdiği pek çok varlık da yok olur: Hayat eksilir.

Dilsel küçülme, bireyin kültürel kimliğini, sosyal bağlarını ve düşünme yeteneklerini majör anlamda etkileyen çok boyutlu bir sorundur. Bu nedenle, anadilinde eğitim hakkının korunması ve desteklenmesi, insanların potansiyellerini gerçekleştirmeleri ve topluma etkin bir şekilde katılmaları için kritik öneme sahiptir. Anadili sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda kişinin kimliğini, düşüncelerini ve dünyayı anlamasını biçimlendirir. Bu nedenle, anadili ve anadilinde eğitim hakkı, insan hakları çerçevesinde korunması gereken temel bir hak olduğu kadar toplumsal huzur ve refahın, birlikte yaşamanın, adil ve kapsayıcı bir toplumun ve kültürel zenginliğin de temel taşıdır.


 

Yazar:  Metin V. Bayrak

* Bu yazı Bianet'te yayımlanmıştır.


Opus Noesis yazılarıyla Medium'da!


Bizi takip etmeyi unutmayın: https://medium.com/@opusnoesis

Comments


bottom of page