Türümüz nedir? Türümüzün, bu mavi gezegende, diğer türlerden ayrılan ayırt edici nitelikleri nelerdir? +40 ile -40 derece arasında yaşayabilen türümüzün bu geniş skalada yaşamasını ne sağlar? Sıklıkla “uyum sağlama” yeteneğinden söz edilir. En büyük gücün uyum sağlamak olduğu dillendirilir. Çevreye uyum sağlamak, çevrenin parçası olmak, genel örgünün bileşenlerinden biri olmak, hayatı başka pek çok türle paylaşmak anlamına gelir. İnsanın canlı olmaklığından kaynaklı özellikleri yanında türsel nitelikleri var: İnsan, topluluk halinde yaşayan bir tür. Öyle ki bu türsel özelliği nedeniyle insan, yeterli sosyal uyaranla çevrili değilse göreli bir sürenin ardından bunu kendi yaratmaya başlıyor: sanrılarla örülü bir dünya içinde yaşamaya başlıyor. İnsan, diğer türlerden kültür varlığına dönüşerek ayrılır. Diğer türlerle paylaştığı özelliklerine kültür de eklenir. Bununla birlikte insanın, doğa ile hem öznesi hem de nesnesi olarak kültür tarafından melezleştirildiği söylenebilir.
İnsan hem biyolojik hem de sosyal bakımdan içinde yaşadığı fiziksel ve kültürel ortama uyum sağlar. İnsanın uyum sağlama yeteneği zeka/sı ile açıklanır. Zeka, yetenekler dolayımıyla varlık kazanır; uyum sağlama, bir bakıma zekanın -yaşama iradesi olarak da okuyabiliriz- somutlaşarak kendini göstermesidir.
Uyum, uy[mak], Eski Türkçe yazılı örneği bulunmayan *ud- “ardından gitmek, izlemek, uymak” biçiminden evrilmiştir. Alışmak ise Eski Türkçe alış- “birlikte almak, alıp vermek” fiilinden evrilmiştir. Bu fiil Eski Türkçe al- “almak, edinmek” fiilinden yine Eski Türkçe +Iş- ekiyle türetilmiştir. Eski Türkçe al- “tutmak, elde etmek, alt etmek, yenmek” fiilinden evrilmiştir.
“En kötüsü alışmak.” denir. Sahi, nedir alışmak? Alışmak ne demek? Alışınca her şeyin sanki kal-u beladan beri aynı şekilde olduğunu düşünür, düşündükçe de irademiz hiçleşir. Uyum sağlama yeteneğinin bir sonucu olarak alışmak, hayatta kalmanın temel enstrümanlarındandır. Alışmak adını verdiğimiz olgunun başka yüzleri ya da boyutları da var. Alışmak, yaşatır. Diğer yandan eylemsizleştirir. Hissizleştirir. İradesizleştirir. Daha köklü bir ifadeyle alışmak, özsaygımızı aşındırarak hiçleştirir.
Ne kadar alışsak da hislerimiz var. Düşünme yetimizden daha köklü, daha güçlü, daha sahici! O halde hislerimizi dinlemek, onlara tercüman olmak zamanı.
O hislerime bırakıyorum kendimi ben de bugün. Hislerim, şaşkınlıkta, öfkede, çaresizlikte, suçlulukta kesişiyor. Bu kesişmeler boğuyor. Bir yandan nefes almaya ihtiyacım var. İşte sorular yetişiyor imdadıma. Sorular, anlamak -yaşamak- ihtiyacıyla büyüyen göz bebeklerime ışık olup cansuyuna dönüşüveriyor. Her soru, kalın, masif taş duvarlarla gittikçe kapana sıkışan benliğimi diriltiyor. Her soruyla açılıyor nefesim. Bilincim durulaşıyor. Kabarıp taşacak yer arayan öfkeme istikametini gösteriyor. Hislerim silkelenerek birleşip soruların yakıtı oluveriyor. Harekete geçiyorum. Yaşama alanımı daraltan bu kapan, önce duruyor, ardından her soruyla geriye doğru çekiliyor.
Tanımadığımız insanlardan nefret etmek ne demek? Tanımadığımız insanları nasıl öldürüyoruz? Tanımadığımız insanları suçlu ilan etmek ne demek? Tanımadığımız insanların suçlu olduğuna nasıl karar veriyoruz? Tanımadığımız, ilişkimiz olmayan insanlardan hem nefret ediyor hem çeşitli olayların ve/ya suçların failleri olduğuna karar veriyor; bu karara yaslanarak kesilen cezaların celladı oluyoruz: Öldürüyor ya da ölmelerini isteyenlerin ‘meşruiyet’ devşirdiği kitleye dönüşüyor, sürüleşiyoruz. Nasıl?
Çünkü alıştık… Çünkü bize öyle söylüyorlar... Çünkü, “olup biten bu trajik olayların sorumlusu olmalı” diye düşünüyoruz. Sahi, Marks’ın dediği gibi bu kalpsiz dünyanın bir kalbi olmalı, olmalı ki ağrımızı yok etmese bile acılarımızı dindirmeli.
Yeni sorular soralım, soralım ki içinde debelendiğimiz suç, trajedi bataklığının kader olmadığını, bizzat bizim yarattığımız anlamlar, bunların etrafında örgütlenen kitleler ve kurumları tarafından gerçekleştirilebildiğini görelim.
Konuşalım, hem de daha çok. O hain, bu suçlu, onun ölmesi gerekiyor, o, cezayı hak etti diyenlere bir tür ilkyardım çantası ile koşalım. Açalım çantamızı, sırayla artık neye ihtiyaç varsa onunla başlayalım konuşmamıza. İçinde ölüm, savaş gibi kelimeler olmayan bir lugatı alalım, yüklemi hayata can veren cümleler kurarak sözdağarımıza yaşam formatı atalım. Barışçıllaştırdığımız sözdağarımız ilkyardım çantamız olsun. Yanımıza alıp öyle gidelim. Sözümüz eylemlerimize anlam veren giysiler, temsiller. O halde en büyük gücümüz, sözlerimizi doğuran sorularımız.
Amor fati. Sevelim kaderimizi, yaşamın bize reva gördüğü her ne varsa kabulümüz. Lakin kader değil ne savaş ne ölmek ne de öldürmek. İradi varlıklarız. O nedenle seçiyoruz. Savaşı da öldürmeyi de tercih ediyoruz. Tercih ediyor, türkçesiyle seçiyoruz. Seçtiğimiz için de sorumluyuz eylemlerimizden.
Alıştığımız bu hayat nasıl bir hayattır? Israrla soralım, soralım ki sormak kaslarımız canlansın. Uyandırsın bu suç ortaklığı kabusundan. Uyandırsın hem bizi hem bizi kimler duyuyorsa onları ki silkelenip atalım üzerimize sinen kan kokusunu. Öznesi olmadığımız, hayatı kan kokusuna büründürüp boğan sözlerden, bakışlardan, tercihlerden, yargılardan, eylemlerden soyunalım. Soyunalım ki üzerimize yapıştığı için tenimiz olduğunu sandığımız sorunlu kavrayışsızlığı atalım. Sorularımıza Hayatı besleyen herhangi bir yanıtı olmayan her sözü barışçıllık, iyicillik yaratacak sorularla çırpalım, çırpalım ki ipliklerini pazara çıkaralım. İşte o pazaryeri Hakikatin açığa çıkacağı yegane yer. Ama pazaryerlerimiz artık AVM, soruları sormakla, yanıtları vermekle mükellef olanlar, birer pazaryeri vaizine dönüşerek Hegemonyanın dalkavukları. İşte en çok onları çırpralım sorularımızla, Hakikati eğip büküp düpedüz yalan söyleyenleri. O yalanlarıyla rızalarımızı üretip geleceğimizin gasp edilerek öldürülmesine neden olanları; alın terimizle, emeklerimizle ürettiğimiz kaynakları öldürmek için kullananları, bizi yoksullaştıranları görelim, görelim ki bunun kaderden ziyade bir tezgah olduğunu anlayalım, anlatalım ama yüksek sesle. Bu anlayışla bakalım alıştıklarımıza, en başta da bize “düşman” belletilenlere.
Türümüz, artık görmüyor, dokunmuyor, dokunmayıp yalnızca izliyor yani yaşamıyor. O nedenle İnsandan seyirci olarak söz edilebilir bundan böyle. İzledikçe artıyor kayıtsızlığımız. Kayıtsızız çünkü çaresizlik zerk ediliyor elimizdeki hayata dokunma araçlarımız bir bir alındıkça. İzleyip suçluluk duyuyoruz evde, işte, yolculukta, yemekte izleyerek tanık olduğumuz ne faili ne de sorumlusu olduğumuz olaylardan. Alışmıştık oysa! Alışanlar tıpkı cellatlar gibi ne suçluluk ne de sorumluluk duyarlar. Ama demiştim: “Ne kadar alışsak da hislerimiz var. Düşünme yetimizden daha köklü, daha güçlü, daha sahici! O halde hislerimizi dinlemek, onlara tercüman olmak zamanı.” Etki alanımız her neresi ise orada İnsan olmak sorumluluğumuz, tam da parçası olduğumuz evrende. Ve buna gücümüz yettiğince gayret etmek. Gayret ettikçe güçleneceğimiz, İnsan olmak imkanımızı, elimizden geldiğince kendi ellerimize alacağımız bir yıl olması dileğiyle…
Yazar: Metin V. Bayrak
Opus Noesis yazılarıyla Medium'da!
Bizi takip etmeyi unutmayın: https://medium.com/@opusnoesis
Comments