Yazar: Metin V. Bayrak
İnsan, tıpkı her canlı gibi Dünyaya doğar. İnsanın dünyası, doğal çevre yanında kültürel bir çevredir de; o nedenle bir aileye, dile, dine, uyruğa, kültüre kısacası Bourdieu’nun kavramıyla bir habitus’a doğarız. Doğar doğmaz bize isim verirler. Kendi kültürlerinin rengine boyarlar. Sahipliyizdir Türkçesi. O nedenle nüfusa yazdırırlar. Kimlik numarası verirler. Adımız olur. Biz, kendimize ait değilizdir. Aileye, velayetimize sahip kişiye, uyruğu olduğumuz devlete aitizdir.
Nedense her şeyin ismi olmasına ihtiyaç duyar; yaptıklarımızın altına da imza atmak isteriz. Bir şey, öyle tek başınaysa anlamlı yoktur, onu yalnızca kavram olarak düşünebiliriz. Anlam, bağlamdır; her şey bir başka şey ya da şeylerle bir araya gelerek oluşan kompozisyonun türevidir. Anlam, ilişkidir bir başka deyişle de bağlam. O nedenle bir şeyi düşünmek demek de facto bir bağlamı düşünmektir.
“Dilimizin sınırları dünyamızın sınırlarıdır.” der Wittgeinstein. Limitimiz dilimiz ise, nesneleri, durumları ad vererek anlıyor isek bu ad verme nasıl bir süreç içinde gerçekleşir? Bunun için insan-dil-dünya ilişkisine bakabiliriz. Bir şeye bakarken ya da bir duygulanım yaşarken içine doğduğumuz dil dolayımıyla anlarız. Dilimizden azade değilizdir. Kültürümüzün, bir diğer deyişle anlam dünyamızın taşıyıcısı olan dilin yüklediği anlamın dışında ne görebiliriz? Nasıl? Zaman zaman o durum için bize öğretilen kavram ya da kelimenin şairin dediği gibi kifayetsiz kaldığında bize anlam nefesi olacak araç nedir?
Burada yeni bir ada ihtiyaç doğar. İnsan, yaşar, yaşadığını anlamlandırmak ihtiyacı duyar, dil de ilaçtır. İnsanın anlamlandırma sürecinde doğan güven krizinin antibiyotiği adlandırma, anlam vermedir; diğer deyişle anlama, anlamlandırma güven verir. Peki bu adlandırma nasıl olur?
Kültür ya da anlam varlığı olduğumuzdan içinde bulunduğumuz durumlara ortak adlar verir, anlaşırız. Bazen aynı durumu farklı kelimelerle ifade ettiğimiz olur elbette. Yaşadığımız, tür olarak daha önce deneyimlediğimiz bir şey ise muhakkak dilimizde ya bir kelime ya bir deyim olarak yer alır. Şimdiye değin hiç yaşamamış isek bizim için vardır ama ne olduğu meçhuldür. Meçhulün yarattığı güvensizlik durumlarında antibiyotiğimiz her zaman genelinde dil, özelinde adlandırma olur.
İki alan oldukça özgül rol oynar bu süreçte. Şairler ve filozoflar. Şairler yarattıkları imgelerle, kullandıkları metaforlarla bizim sıkışan anlam dünyamıza nefes aldırırlar. Çünkü onlar bizimle aynı çağda yaşayıp bu krizi iliklerine değin hissedenlerdendir. Bu süreç, bir başka bakımdan filozoflar için de işler. Şöyle ki, bizimle aynı çağda yaşayan filozoflar, Türkçesiyle belli şeyleri sorunsallaştırıp dert edinirler kendilerine. Filozof, eteğindeki taşlarla (sözdağarındaki kelimelerle) bakar lakin o taşlar o durumu içine almaz; çünkü daha önce üretilmişdir.Yeni durumu kuşatamaz, sarıp sarmalayıp anlam dünyamıza dahil etmeye gücü yetmez. Bu yetmeme hali, yeni bir şey yaşadığımıza işarettir. İşte filozof, yaşadığımız, daha önce tanık olmadığımız bu “yeni”yi anlamlandırır. Bu üç şekilde olur: a. Mevcut kavramları alıp yeniden içeriklendirerek, bu aslında o olgunun günümüz versiyonunu yeniden yorumlamak ya da daha önce kullanılmamış yeni bir kavram önermek şeklinde olur. Önerdiği kavramı ilgileri içinde işler, hem ne anlama geldiğini hem hangi kavramlarla ne tür ilişki içinde olduğunu gösterir. Bir anlamda olguyu modeller. b. Yeni bir kavram önerir. Bunu yaparken ya bir kavramı alıp onu anlamla yükleyip bir başka anlam dünyasına taşır; bu taşıma süreci kelimeyi kavramlaştırır. c. Bir başka yolu da etimolojiden, yaşayan dilden, güncel alt dillerden beslenerek yeni bir kelime türetir; eteğindeki taşları yani kurduğu connectomlarla ulaştığı anlamı yükler, eş deyişle içeriklendirir.
Wittgenstein'ın Tractatus adlı kitabının ilk önermesi ile onun açımlanmasıyla devam edelim düşünmemize:
1. “Dünya, olduğu gibi olan her şeydir.”
1.1. “Dünya, olguların değil, şeylerin toplamıdır.”
Olgular, anlam dünyamıza kuramlar dolayımıyla dahil olurlar; bu nedenle “Dünya, kuramların toplamıdır.” denebilir. Dünyadan doğan bir özne olarak dünyaya -nesnelere, olgulara- anlam zerk edip onu, onunla etkileşime sokarak yeniden üretiyor ya da yaratıyoruz.
Bir kişi olarak biz de felsefi iletişim yöntemiyle kendi adlandırmalarımıza odaklanabilir, bu anlam adamızda hangi kurucu kavramlar içinde yaşadığımızı görebiliriz. Hanemiz içindeki her kavramın içini açıp bakabiliriz. Bunların hangi duyguları yaşattığına, hangi deneyimleri anımsattığına, bunlarla ilgili inançlarımızın ne menem inançlar olduğuna ve elbette bunlara dair bilgisel içeriklerimizin neler olduğuna bakabiliriz. Bunların, yani duygu, deneyim, inanç ve bilginin toplamı, bize, o kavramı hangi bakımlardan, nasıl yaşadığımızı da gösterir. Bir kişi olarak duygu, deneyim, inanç ve bilgi dediğimiz taşıyıcı ayakların oluşturduğu mimari bir yapı içine doğuyoruz, kavramlara dair yaşantılarımız çeşitlenip çoğaldıkça anlam dünyamız adını verdiğim dört sütunun taşıdığı kubbe de genişliyor. Bu yapı tıpkı bedenimiz gibi, büyüdükçe yeni formlar kazanıyor. Neler hissettiğimize, neleri deneyimlediğimize, nelere inandığımıza ve elbette neleri bildiğimize göre her an yeniden karılan bir harcımızdan anlam devşirirerek yaşıyoruz. Tinimize rengini veren taşıycı ayak, bağlamsal olarak an be an değişir. Çünkü Herakletios’un dediği gibi “Panta rhei.” yani her şey akar.
Her şey akar. Zaman, Demokles’in Kılıcı gibi sürekli ensemizdedir. Akışkan bir evren içindeyiz. Yaşadığımızı henüz metabolize edemeden eşanlı başka pek çok şeyi de yaşantılıyoruz. Bunlarda pek azını metabolize edebiliyoruz. Bizi, biz kılan bir anlamda yaşadıklarımızı anlamlandırma sürecimizdir. Kubbenin bu sürece rengini veren ayağıdır. Dünyaya, hayata, kendimize hangi kavramlarla bakıyoruz? Örneğin sürekli sigara içersek ciğerlerimizi siyah lekeler kaplar, damarlarımız daralır. Sigara bedenimiz için ne ise dünyaya bakarken kullandığımız kelimeler de odur. Biri bedeni diğeri ruhu, zihni ve manevi yani anlam dünyamızı zehirler. Hanemizin altında nefes aldığı kubbeyi bilmek, o kubbeyi taşıyan duygu, deneyim, inanç ve bilgiden oluşan ayakları tanımak; bunlar arasındaki diyalektiği, geriçimsellği görmek; ayakların birbirine katışarak oluşturdukları bağlamı anlamak; insana, kendinde yani kendi dolayımıda Hayatı ve dünyayı anlamak imkanı sağlar.
Opus Noesis yazılarıyla Medium'da!
Bizi takip etmeyi unutmayın:
Kommentare